Bir toplumun ruhu ve refahı hakkında düşünceler
Özgürlükler, toplumun ruhu, ortak sevgi bağı ve noktaları birleştirmek konusunda yaptığım aşağıdaki konuşmayı, toplam 18 dakikaya sığma kaygısıyla kimi kısımlarını kullanmayarak, 20 Kasım 2015 tarihinde, Cumartesi günü, Volkswagen Arena’da, TEDxİstanbul etkinliği kapsamında, 4000 kişilik bir kalabalığa anlattım. Çok beğenildiğine dair sosyal medyada yoğun destek gördüm. Twitter hesabıma da tebrikler yağdı. Bunun üzerine, videosu zaten TEDx tarafından yayınlanacak olan bu konuşmamın -bir kısmı konuşma esnasında bilinçli olarak dışarıda bırakılmış olan- tam metnini kaleme almaya ve T24’teki köşemde paylaşmaya karar verdim. Bağlama oturtulabilmesi için, ben konuşurken sahnede yansıtılmış olan görseli de her seferinde koyu bir satırla tarif ediyorum.
Yansı: 3 Yaşındaki Oğlum Mehmet Gürkaynak’ın Tatlı Yüzü
Size bugün Mehmet’ler etrafında dönen bir hikayeden, bir yandan da benim olan bir hikayeden bahsedeceğim. Bu kim?
Benim oğlum Mehmet. Üç yaşında. Daha benim ne iş yaptığımı anlamıyor. Sabahları nereye gittiğim konusunda geceleri mutabık kalmaya çalışıyoruz. Geceleri uyumadan soruyor bana. “Avukatım ben, hakları korurum”, diyorum. Anlamıyor, hak neymiş. Hukuku 5 yaşında anlamaya başlamasını hedefliyorum. Daha vakti var. “Neyi koruyorsun amaaaa?“ diyor, şimdilik. Bakıyorum açık değil konu, “en çok yenilikçi düşünceyi koruduğuma inanıyorum oğlum” diyorum, büyük tevazu göstererek. “Rekabet hukukuyla, ifade özgürlüğüyle, yolsuzlukla mücadele konusuyla ve internet hukukuyla özellikle uğraştığım için, inovasyonu ve yenilikçi düşünceyi besleyen ana damarları koruduğuma inanıyorum, çocuğum.” Mehmet gözlerini belertemiyor henüz. “Bari” kelimesini de bilmiyor. Bakıyor ki adam hepten uçmuş, bana –bari demeyerek- “baba bana bir hikaye anlat” diyor. “İçinde ne olsun” diyorum. Hep birbirine benzemez şeyleri seçer. “Grayderli, zürafalı, Boris’li (Boris bizim kurt köpeğimiz) ve stadyumlu hikaye anlat” diyor. Her hikaye stadyumda bitiyor ama, mutlaka. Bilir bunu. Zira stadyuma girilince, “oooo Beşiktaşım oley”in uyutucu versiyonunu söylemeye başlıyorum ve o ninni ile uykuya dalıyor. Üç yıldır ben de bir yandan iyi Beşiktaşlı yetiştirmenin gururu bir yandan da bir Beşiktaşlı olarak onu bekleyen çileli yaşamı düşünerek daha geç saatlerde uykuya dalıyorum.
Yansı: Temiz siyah fon
Size de bugün bir hikaye anlatacağım ben. İçinde Fatih Sultan Mehmet, domates, paça ve işkembe, Bülent Eczacıbaşı, tekerlekli sandalye, Şanlıurfa, basketbol, Yaşar Kemal, özgürlükler, gergedan yavrusu, keman, kucaklaşma ve insan olan bir hikaye. Hem de şu ana kadar geçen zamanla beraber toplam 18 dakikada.
Yansı: Fatih Sultan Mehmet – Çocukluğu; Ak Şemseddin’den ders alırken
Bu kim? Hayır. Oğlan Keloğlan değil, karşısındaki de Nasreddin Hoca değil.
Yansı: Fatih Sultan Mehmet – Erişkin
Şunu göstersem?
Bildiniz. Oğlan çocuğu, Fatih Sultan Mehmet Han idi. Karşısındaki, Ak Şemseddin Hazretleri idi.
Çağ açıp çağ kapayan sultan. Ortaçağ’dan Yeni Çağ’a.
Soru şu: Sizler mi daha iyi bir hayat yaşıyorsunuz yoksa Fatih Sultan Mehmet mi daha keyifli ve refah dolu bir hayat yaşadı? (İşin harem tarafını bir an için unutunuz; refah fonksiyonuna dahil etmeyiniz).
Gelin yine birisi üzerinden bu sorunun cevabına bakalım. Bu kim?
Yansı: Oğlum Mehmet, tropik bir yerlerde, dalış tatiline benimle gelmiş, köpüklü çiçekli banyo halinde
Tanıştınız artık. Oğlum Mehmet. Yine bir Mehmet’in çocukluğu. Tatilde, haspam. Eve döndüğümüzde de böyle bir banyo arayıp “çiçek yok muydu” diyecek. Elbette “get lan” diyeceğiz ona. Ama daha önemlisi, sudan çıkınca şöyle meyvalar yedi Mehmet.
Yansı: Tropik Meyva Tabağı
Bu meyvaların adını tek tek söyleyebilecek olan var mı? Ben söyleyemem. Ama Mehmet söyler. Yerken ezberledi çünkü. Bir kısmını ben de ilk defa onunla beraber yedim. Benim oğlum, bir kategoride, 3 yaşında, benden çok şey biliyor. Meyva böyle bir şey onun için. Döndüğümüzden beri bilgisayardan da resimlere bakarken tekrar idman yapıp perçinliyor bilgisini. Meyvaları say yavrum, desen, arada “papaya” filan deyiveriyor.
Yansı: Dalında Domatesler
Oysa benim Mehmet’ime değil de II.Murad’ın Mehmet’ine, Fatih Sultan Mehmet’e, şunu gösterip sorsanız, ne olduğunu bilmezdi. 7 dil konuşurdu ama, şunu bilmezdi. Nitekim hocası Ak Şemseddin hazretleri de bunun ne olduğunu bilemezdi.
Hakikaten, Fatih Sultan Mehmet domates nedir bilmedi. 49 yaşında gut hastalığından öldü. Bir yandan atalarından da aldığı gut mirasıyla ölüme yürürken bir yandan en sevdiği yemekler olan yumurta, karides, baş, paça, işkembe, kestaneliciğerli ve katılı tavuk yemekteydi. Fatih Sultan Mehmet de pilav yerdi ama bizim yediğimiz gibi değil. Halis amberbu pirinçten bıldırcınlı beyinli pilav Vakfıkebir yağıyla pişirilirdi onun için. “En has beyaz ekmek” ile yemek yemekteydi. Sarayda çıkan “sıradan ekmek”, “has beyaz ekmek” ve “en has beyaz ekmek” içerisindeki “sıradan ekmek”, bizim bugün fazla işlenmiş bulup dikkatli tükettiğimiz beyaz ekmektir. Bugün sizler, isteseniz gut olamazsınız. “Beyin” yiyecek olsanız, ki biz benim babam Mehmet’le birkaç yılda bir kaçamak yapıp Çiçek Pasajı’ndaki KimeNe Meyhanesinde yeriz, bunun kolestrol ölçeğinin neresinde kaldığına dair bir fikriniz var. Oysa, 30 yıllık saray baş hekimi Yakup Paşa’nın bu konuda fikri yoktu. O, kolestrol nedir bilmiyordu ve bilemezdi. Size el cihazlarınızı açıp 3 dakikalık bir araştırma yapmanız ricasında bulunsam, “proteini ve kolestrollü gıdayı kesip C vitaminine yüklensin” diye gelirsiniz. Oysa Yakup Paşa “C vitamini ney lan?” durumundaydı. Vitamin o anda da doğada var ama vitaminin mevcudiyetinin anlaşılmasına daha 500 yıl var çünkü. Yakup Paşa’ya gerekli saygıyı gösterelim. 30 yıl saray baş hekimliği yapmış insandan söz ediyoruz. 30 yılda kaç defa padişahın karşısına çıkıp “derman yoktur devletlum” diyeceksin ve onca maharet de göstermiş olacaksın ki hikmetinden sual olunmayacak. Tam 30 yıl. İşte o büyük hekim –ki bugünün bazı hastalıklarına bile çare bulduğu söylenir- “padişahımızın mübarek ayaklarına kara kara sular indi” diyerek suyu problem bilip semptomatik tedavi için suyla mücadeleye girişecek kadar çaresiz olacak. Tedavi ettiği ise, Fatih Sultan Mehmet Han. Benim oğlum Mehmet’in ise, Allah izin verirse, Türkiye’deki ortalama yaşam sürelerine tabi dolu bir ömür yaşadığı takdirde, Fatih Sultan Mehmet’ten yaklaşık 35 dolu yıl daha uzun yaşaması beklenir, inşallah. Şansa yaşadığımız Türkiye’de dahi ortalama yaşam süresi şu anda 78 yıl. Peki, harem işini bir an bir tarafa bırakırsak ve refah fonksiyonuna dahil etmezsek -ki benim çocuğumu bu zeminde Fatih Sultan Mehmet’le kapıştırmazsak memnun olurum- II. Murat’ın oğlu Mehmet ile benim oğlum Mehmet arasındaki bu refah farkını sağlayan nedir? O her ne ise, bu kişiyi de haksız çıkartan şeydir.
Yansı: Thomas Malthus
Bu kim?
Thomas Malthus. İngiltere’nin ilk iktisat profesörü. Teorisine göre,nüfus geometrik dizi biçiminde artar (2, 4, 8, 16, 32, 64, …), oysa besin maddeleri aritmetik dizi biçiminde artar (1, 2, 3, 4, 5, 6, …) Bu sebeple, dünyada insanların yüz binlercesinin kitlesel ölümlerine yol açan, kıtalar boşaltan ağır kıtlıklar olacak, insan soyu açlıktan kırılacaktır. 1789’dan bu yana böyle olacak diye bekliyoruz. Açlık çok önemli bir problem ancak Malthus’un haklı çıktığı söylenemez. Oysa, Malthus’un zamanında saçmaladığı da söylenemez. Arada bir şey değişti ve Malthus bunu öngöremedi. Öngöremezdi. Fatih Sultan Mehmet ile Mehmet Gürkaynak’ın refah farkını sağlayan faktör, Malthus’u da alt etti.
O faktör, ancak toplumların özgürleştikçe kucaklaşmasıyla, toplumu oluştıran her bir bireyin birbiriyle daha iyi etkileşmesiyle, TEDx tabiriyle noktaların birleşmesiyle ve birinin ortaya koyduğu düşüncenin üzerine diğerinin serbestçe düşünmesiyle sağlanabilecek olan, inovasyondur, yenilikçi ve yaratıcı düşüncedir. Bu sayede ilerleyen teknolojidir. Mehmet’leri ayrı dünyalarda yaşatan ve insan soyunu matematiksel sonundan kurtaran, budur.
Yansı: Temiz siyah fon
Toplumun her bireyi her an birbirine açık, birbiriyle etkileşebilir, birbirinden beslenebilir olduğunda, bilgiler şeffaf ve etkin biçimde akıp serbestçe tartışılabildiğinde, toplumun gerçek potansiyeliyle refah üretmesi ve büyümesi mümkün olur. Toplumu oluşturan unsurların serbestçe etkileşebilmesi için özgürlüklerin zirve yapması şarttır ve ben ifade özgürlüğü alanında, rekabet hukuku alanında, internet hukuku alanında ve yolsuzlukla mücadele alanında odaklanıp yoğunlaşmış bir avukat olarak bu özgürlükleri koruyup ileri götürmekte rol oynadığıma inanırım. Ama, bunun şart olduğu gibi tek başına yetersiz de olduğunu, insanların o özgürlük ortamında da gönül gözlerini açmaları, günlük hayatta kucaklayıcı ve hoşgörülü olmaları gerektiğini son dönemde öğrendim. 18 yıldır avukatlık yapıyorum. 18 yıldır özgürlüğe dair ve kendi alanlarıma dair büyük idealler peşinde koşuyorum. 12 yıldır hocalık yapıyorum. Bu vesileyle de yüzlerce yerel ve uluslararası yayında hep bu konuları kovaladım. Ancak son beş yıldır anlamaya başladım ki, yapısalları sağlayacak olan büyük idealleri yerleştirmek kadar, topluma doğru ruh ve ilham da lazım. Aksi halde, noktalar çoğalsa da birleşmiyor. Toplumu beraberce ileri götürecek etkileşim yine de yaşanamıyor.
Yansı: İnsan Beyni
Bir insan için beynin yapısallarının düzgün olması, ileri gidebilmek, düşünce üretebilmek için önemlidir. Birey için anatomik ve fizyolojik olarak düzgün durumdaki bir beyin neyse, toplum için özgür ortam odur. “Beraberce özgürlük”, toplumun beyin sahibi olmasını sağlar. Özgür olmayan toplumda, düşünce üretimine dair yapısallar zaten bozuktur. Ancak beyin dört dörtlük durumda ise dahi, bir insan ruhsuz olduğu için üretken olmayabilir. Aynı şekilde, özgür bir toplumda da ruh eksikliği yaşanabilir. Toplumun da ruhu vardır ve bunu beher birey birbirine “ortak sevgi bağı” ile bağlanarak besler. İnsanda ruh nedir, derseniz, size fotoğrafını göstereyim. Hiç ruh fotoğrafı gördünüz mü? Buyrun:
Yansı: Nöron
Ruh budur. Nöronlar. Gerçekten de, hislerimizi, düşünce kalıplarımızı, yeni kanaatlerimizi, hatıralarımızı, sabah yataktan kalktığımızda dün akşam yatan insan olarak kalkmamızı, herşeyimizi ama herşeyimizi onlar taşır. Ölümde ruhun bedeni terk etmesi, kanımca, nöronlarımızın ölümle sönmesi, hatıralarımız ve kimliğimizle beraber yitip gitmesidir. Beyinde 1 trilyona yakın nöron çılgınca kucaklaşıp durmadan etkileşirken, yeni düşünceler, fikirler ve zeminler yaratırlar. Hem o beyin için, hem de başka beyinler için. Toplumda insanların bunu yapamaması, yani bireylerin birbirinden kopuş yaşaması, nöronlar arası bağlantının kesintiye uğraması halinde olacağı gibi, toplumu ruhsuz kılar. Dolayısıyla, büyük kavramları ve idealleri kovaladığım ömrümün bir noktasında anlamaya başladım ki, büyük kavramları ve idealleri kovaladığımız iştahla, tek tek, insan insan, birbirimizin hayatına dokunmamız gerekir. Gerçek insanların gerçek insanlara dair hayatlarda somut etki yaratacak dokunuşları, toplumun ruhunu inşa eder. Bu dokunmalardan her birinin, bir yeni düşüncenin oluşumu anında beyinde birbiriyle kucaklaşan nöronlar gibi, toplumsal olarak ileri atılan adımlara vesile olacağını tecrübe ediyorum.
Burada önemli olan, tek tek karşımıza çıkan insan insana karşılıklı beslenme şanslarının bir büyük resmin parçası olduğuna baştan inanmak ve fayda yaratma olasılığı olan bir “evet” deme ihtimali belirdiğinde buna iştah göstermek, o anda yaratılan noktayı büyük resme bağlamak için telaş etmeden kendi etki alanımızda somut fayda yaratmaktır. Bu etkileşimlerin her biri birer tuğla olup da bizim hayatımızın öyküsünü oluşturduklarında, bunların aslında birbirlerine de bizim ruhumuza da derinden etki edip bağlandıkları, toplumun beynini geliştirip ruhunu verdikleri, görülecektir.
Bu noktalar yaratıp onların birleşmesine tanıklık etme durumuna, yani bu etkileşimler salkımına bir örnek, benim hayatımda Urfa’dan çıkıp Yaşar Kemal ile yürüdü ve sizler üstünden engelli basketbolcularımıza doğru ilerliyor.
Yansı: ELİG Ortak Avukat Bürosu Urfa Göktepe Ortaokulu
Bu benim hukuk büromun yaptırdığı bir okul. Şanlıurfa’nın Haliliye İlçesi Göktepe köyünde. 8 Kasım 2010’da yaptırdık. Ben Urfa’lı değilim. Çanakkale Biga’lyım. Türkiye’de en ciddi okul açığı Urfa’daymış. Dolayısıyla oraya yaptırdık. Devlet de büyüttü ve fotoğraftaki halini aldı.
Yansı: Yaşar Kemal
Yaşar Kemal güneydoğu Türkiye’de okul yaptırdığımı duymuş. Çağırdı tebrik etti beni. “Türkiye’de en büyük eksik eğitim ve sanatta” dedi. Ondan ilham aldık. Sanat dedi diye, biz de 1 Haziran 2012 tarihinde, Viyana Berlin Oda Orkestrası İKSV tarafından Türkiye’ye getirildiğinde, ELİG Ortak Avukat Bürosu olarak buna sponsor olduk.
Yansı: Anne-Sophie Mutter
Dünyanın en iyi keman virtüözü Anne-Sophie Mutter’i orada izlerken, elbette davetli olan Yaşar Kemal, arada bana “sen sponsorsun, git öne otur, Bülent Bey’in yanına”, dedi. Gittim oturdum.
Yansı: Bülent Eczacıbaşı
Yan yana oturarak konseri izlediğim Bülent Eczacıbaşı ile konser sonu sohbet ettik. Kendisi bana “TÜSİAD’a üye olsanız ne iyi olur, hukukçu kimliğinizle çalışmalara büyük katkı alırdık” dedi. Kıymetli dostum ve müvekkilim Ümit Boyner de o sene TÜSİAD başkanlığı yapmaktaydı. Bu söz üzerine o sene TÜSİAD’a üye oldum.
Slide: ELİG Engelli Yıldızlar Basketbol Takımı Saha Fotoğrafı
Takip eden sene, toplumun diğer nöronlardan, yani bireylerden, en kesik tutulan kısmı olan engellilere destek olmak üzere ELİG Engelli Yıldızlar Basketbol Takımı’nı kurduk. Sponsorluğumuzla, Garanti Bankası Süper Ligi’ne yükseldik. Bu sene Galatasaray’la, Beşiktaş’la, hayallerimizin maçlarını yapacağız. Hevesim hep insanları sponsorluğa özendirebilmek, kızlarla erkeklerin beraber kıran kırana emek verdikleri bu olağanüstü spora başka sponsorluklar için ilgi çekebilmekti.
Yansı: TÜSİAD Genel Sekreter Yardımcısı Sn. Melda Çele
Bu esnada, artık yönetim ekibinin bir parçası olduğum TÜSİAD’ın Genel Sekreter Yardımcısı Sn. Melda Çele, Renkli Kampüs isimli bir oluşum kapsamında yaklaşık 30 öğrenciye konuşma verip vermeyeceğimi sordu. Kabul ettim.
Yansı: Renkli Kampüs Logosu
Orada yaptığım konuşma çok beğenildi. Kulaktan kulağa yayıldı ve ilgililerine ulaşarak TEDX’te konuşma yapıp yapmayacağım sorusuna geldi. Kabul ettim. Buraya gelmeden evvel, bu hafta Salı günü, ELİG Engelli Yıldızlar takımı ile İstanbul Fatih’teki yerlerinde akşam yemeği yedik.
Yansı: Takımımızın iki engelli bayan basketbolcusu; Asiye ve Selin
Bugün huzurunuzda “noktaları birleştirmek” temalı bu konuşmayı yapıyorum. “Toplum için bunun ne önemi var ki” kısmının cevabını verip sonra bireysel ve somut dokunuşların önünü açmanın önemini anlattım. Beğenilirse, kulaktan kulağa yayılacak. Konuşmamın metnini yayınlayacağım. Sonra internette izlenecek. Belki bir hukukçu, belki bir iş adamı, sanayici, engelli basketboluna bakmaya, destek olmaya karar verecek. Urfa’daki öğrenciler de, Yaşar Kemal de, Anne-Sophie Mutter de, Bülent Eczacıbaşı da, Melda Çele de, Renkli Kampüs de, Tedxİstanbul’a gelen insanlar da, videoyu seyredip paylaşanlar da, hiç bilmeden, şu iki insanın, Asiye ve Selin’in ve onlar gibi yüzlercesinin hayatına dokunmuş olacaklar. Asiye ve Selin de bu sayede birilerine dokunacaklar. Eve kapanmış engelli bir kızı da onlar ailesine güven telkin edip kendilerini örnek göstererek spora ve dışarıya kavuşturacak. İnsan insana kucaklaşma hepimizi güçlendirecek, topluca ileriye ve refaha götürecek.
Gördüğünüz gibi, nöronlar patlıyor. Beyin yeni sahalara giriyor. Birbirine dokunan insanlar somut hayatları değiştirip etki yaratıyorlar. Herşeyin yolu, en ufak hayra vesile olma olasılığı varsa evet demekten, hareketli olmaktan, enerji vermekten ve büyük resmin fayda yaratarak kendi kendisini çizmesine o enerjiyle izin vermekten geçiyor.
Büyük resmi gerçek hacmine kavuştururken insanların en büyük yandaşı, “diğer insanlarla ve canlılarla aralarında olan ortak sevgi bağı”dır. Bu benim Twitter hesabımdan ilk Tweet’imin konusudur. Tokyo’da, Shinzo Abe’yi dinlerken, hukukun ortak sevgi bağına hizmet ettiğine dair sözü. Birleştirici unsur budur. Hukuk daha Türkiye’de bu değildir ama bu olmalıdır. Bugüne kadar Twitter hesabımdan 3000’e yakın Tweet gönderdim. Hiçbiri şu fotoğrafı gönderip açıkladığımdaki Tweet kadar Retweet almadı. Takipçilerce bu ölçüde başka hiçbir Tweet kucaklanmadı.
Yansı: Annesi Avcılarca Öldürülmüş Yavru Gergedanın Gri Jipi Annesi Sanıp Yaslanıp Sığınması
Benimki gibi 7000 küsur takipçili mütevazı bir hesap bir Tweet ile 600’ü aşkın retweet alırsa, hesap sahibi “burada ne oldu?” diye sormalıdır. Eğer o anda Twitter’ın açık olması ve Twitter üzerinden birşeyler paylaşabilmek özgürlüğün ta kendisini sembolize ediyorsa, burada olan, o özgür ortamda da durağan olan insanların gönül telleri titreyince harekete geçmeleri, sevgi duygusuyla birbirleriyle etkileşmeleri ve beyindeki nöronlar gibi Twitter’daki hesapların birbirlerini tetiklemeleridir. Sevgi lafla olmaz. Aksiyonla olur. Çabalayarak olur. Bu sebeple, o sevgiyi yaratacak olan da insanların tek tek birbirlerini daha iyiye götürecek olana doğru emek vermeleridir.
Büyük resmi gerçek hacmine kavuşturmakta insanın en büyük yandaşı “insanların hayatları için somut olarak fayda yaratmak suretiyle ortak sevgi bağını güçlendirmek ve toplum olarak ruh kazanmak” ise, düşmanı da, “göz devirmek”dir. Yani, kendini dışlamak. Kendini bıkkınlığa yahut yargılayıcı bir hareketsizliğe bırakmak.
Yansı: Telefonla Konuşurken Gözlerini Belerten Ergen Kız
Zarif olmak iyi birşeydir ama insanların hayatlarına fayda getirmek için şart olmayabilir. Ancak tutkulu ve coşkulu olmak, fayda yaratma fırsatlarına koşmak, toplumun ortak sevgi bağlarını güçlendirmenin tek yoludur. Nitekim, benim çalışma hayatında çok disiplinli ve hatta sert olduğumu söyleyenler var. Benden çekinenler olduğunu bilirim. Ancak, tutkulu ve coşkulu olduğum tartışılmaz. Yorulmadan, sebepsizce sahaya çıkıp sonunu bilmeden dahi değer yaratmaya uğraşmadan, insanı özünde iyi kabul edip her temastan bir fayda çıkacağına inanmadan, lafa “evet”le başlamadan, kendimize de dünya üzerindeki diğer canlılara da bir faydamız olamaz.
Yansı: Temiz Siyah Fon
Paris’teki katliam için saygı duruşu yapıldığı sırada tribünde bu saygı duruşunu bozan insanların olduğu bir memlekette, sadece temel özgürlükler için değil toplumun ruhu ve asaleti için de telaşlanma vakti gelmiş demektir. Emek, tek tek, insan insan, ortak sevgi bağına doğru verilmelidir. Dil, din, milliyet, ayırım bilmeden. Bunun için de, noktaları ençoklaştıracak şekilde, her paylaşım imkanına “evet” demek ve o noktaların yarattığı yeni noktaları birleştirebilecek olumlu enerjiyi koyarken de bütün bunların hayat öykümüz olan büyük resme nasıl yerleşeceği kaygısına yahut dizayn gayretine girmemek gerekir. Sabrınız ve beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Av. Gönenç Gürkaynak